top of page

NEVRUZ... GEL Kİ MUTLULUK GELSİN SENİNLE


(Bu yazıyı Masa Dergisi Nisan 2018 sayısı için yazdım)


Mutluluk giderken bir yerden

Her şeyi yanına alır.

Ama onu bırakır:

Âşığı geride bırakır...


Gecenin geç saatlerinde, yalnız bir adam, daracık sokaklarda ağır adımlarla yürüyor. Dağ gibi bir dert taşıyor sanki eğilmiş omuzlarında. Bir zamanlar her şeyi olan bu adamın; bugün aşkı yok, gülüşü yok, evi yok, parası yok, hiçbir şeyi yok. Cebindeki bozuk paraları birbirine vuruyor ama rüzgar uğultusunda, o paraların dahi bir sesi yok. Adam her adımını, sivri bir mızrak gibi bir öncekinden daha sert, yerdeki ruhsuz buzların kalbine indiriyor. Buzlar, ayaklarının altında kırılıp bin parça oluyor. Bahara ramak kalsa da kar durmuyor ve adamın içi de hava gibi buz kesiyor. Aniden durup yukarı bakıyor bir ân.

Karlar sanki hiçlikten doğup beyaz birer kısrak gibi üzerine hücum ediyor ve adamın yüzüne keskin bir jilet gibi çizik attıktan sonra yine yok oluyor. Bir sokağın dibinde, üstü karla kaplı, altından cılız ışık sızan bir kapının önüne gelene kadar durmadan yürüyor. Güçsüz elini cebinden çıkarıp üç kez sert darbelerle vuruyor kapıya. Kapının diğer tarafından ayak sesleri ona doğru yaklaşıyor az sonra.

Meyhaneci Levan, tombul ellerini önlüğü ile silip kapıyı açıyor. Kısa boylu, kırmızı yanaklı ve gözleri şarap yüzünden şehla bakan meyhaneci ile göz göze geliyor. Meyhaneci, kapıdaki adama kafa sallarken ermeni aksanıyla söyleniyor:

“Hoş geldin adam! Ama çok geç geldin. Birazdan kapatıyoruz.”

Adam, bir önceki gün gibi, yine tek kelime etmiyor. Meyhaneci de suskunluğa aldırmadan, ardındaki yalnız adamla, iç kısımdaki avluya doğru yürüyor. Avlunun ortasındaki buz tutmuş havuzu geçip havuzun etrafındaki odalardan tek ışığı yanan odanın kapısını açıyor. Kapı açılınca zincirlerinden kurtulan bir duman bulutu dışarıya çıkıyor. Ter, şarap, sigara ve yemek kokusu vuruyor yüzlerine.

Arkalarından kapı kapanıyor ve yalnız adam cam kenarındaki bir masaya yerleşip şarap istiyor. Şarabından ilk yudumu alırken, karşı masada oturan birkaç adamdan başka kimsenin kalmadığı odada gezdiriyor bakışlarını. Biraz sonra, duman yüzünden yüzlerini net göremediği o adamlardan biri, odadaki sessizliği bozuyor ve demkeş arkadaşlarına bir hikâye anlatmaya başlıyor:

“Bu hikâye” diyor, gür bir sesle “aydınlık günlerin hikâyesidir. Aşkın ölümsüzleştiği gün, Nevruzun hikâyesidir.” Ve devam ediyor sesini ayarlayıp:

“Mevsimlerden kış. Gelip geçen en karanlık kış hem de. Günlerin hepsi siyah bir rüya gibi ve gecelerin hepsi mutlak karanlık tabutunda uyuyor. Alçak devler, güneşi zincirlemiş. Merhametli güneş, dağların arkasından ayağa kalkamıyor. Ay ışıksız bir harabe ve yıldızlar yok. Ahriman, kötülükler tanrısı, acımasız bir fırtına kanatları ile her yerde esiyor. Nerede gencecik bir filiz görse, canını hemen emiyor ki zavallının kökleri kurusun, solsun küçük yaprakçıkları ve böylece hiçbir yaşam belirtisi kalmasın yeryüzünde. Her yeri, zifiri karanlık gölgeler kaplamış; insanların sıcak nefeslerine, serçelerin kalplerine, suyun aydınlığına, menekşelere ve hatta insan bilincine bile soğuk ölüm karları yağmış. Devir, kara kış devri. Devir, karanlık, cehalet, gazap devri olmuş. Işık, Ahriman’ın eliyle, tüm dünyada yok olmuş. Önceden bilge insanların yuvası olan toprakları, şimdi karanlık, korku ve cehalet sarıp sarmalamış. İnsanoğlu artık yerin yeşil günlerini, güneşin karşılık beklemeden verdiği sevgisini çoktan unutmuş. Kuşların cıvıltısının yerini, Ahriman’ın ürkütücü zafer haykırışları almış. Öyle bir sesmiş ki yolunu kaybeden yolcuları ölüme çağırıp, buz tutmuş kalpleri tir tir titretmiş. Her şey siyah ve karanlıkmış... Ta ki o gün gelene dek. Yer, uzun bir uykudan sonra gözlerini açmış. Bir ölüm bataklığı gibi, siyah çöllerin bağrından ilk kalp atışları duyulmuş yerin.

Felek, Yima’nın yazgısına göre dönmeye ve zamanın yaşlı elleri bir kahramanın talihini yazmaya başlamış. O gün, Zerdüşt’ün geleceğinden söz edildiği günmüş. Müneccimlerin hepsi, o günü bekliyor, hatta Ahriman bile, kendi kanlı hikâyesinin sonunun o gün geleceğini biliyormuş. O gün, bütün iyiliklerin tanrısı Ahuramazda’nın emriyle, Ahriman’ın gözlerinden ırak, Yima, yani kalbinde Tanrı ışığı taşıyan o çocuk dünyaya gelmiş. Tanrı ona, kendi nefesinden üflemiş ki bilinç hiç düşüncelerinden eksilmesin. Ve damarlarında annesinin kanı sıcak çöl kumları gibi kaynamış ki sevgi hep onu koruyup kollasın. Ahriman, huzursuz bir hayatla cezalandırılmış o günden sonra. Her yerde Yima’yı aramış. Savaş günü gelmeden, onu bulup yok etmek istemiş. Ama Farvahar, Yima’nın koruyucu meleği, onu, büyüyene dek korumuş ve Yima her geçen gün özgürlüğe bir adım daha yaklaşmış. Günler yıldırım gibi geçip savaş günü geldiğinde, Tanrı, Yima’ya savaş emrini vermiş.

Artık genç bir delikanlı olan Yima, zırhını giyip güneşi geri getirmeye yola çıkarken, kör insanlara dönüp şöyle seslenmiş:

‘Benim adım Yima! Yer ve Gök tanrısı Ahuramazda benim, Ahriman’la savaşmamı emretti. Bilin ki bugün, Ahriman benim ellerimden yenilecektir. Bugün Tanrının, insanı tekrar yarattığı gündür. Bugün, Tanrı’nın güzel yaratıklarını korusun diye Farvahar’ı yere gönderdiği gündür. Onların ruhlarını korusun ki insan her şeye rağmen yine aşık olsun, şiir okusun, hayvanlara dokunsun, çiçekleri koklasın, ibadet etsin, Tanrı ile çay içsin, muhabbet etsin. Bugün Zerdüşt’ün, Tanrı’nın peygamberinin doğduğu gündür. Bugün rüzgârın mimoza ağacına, onun çiftleşmesine yolculuk ettiği gündür. Bugün yeni bir gündür.’

Yima, bütün devlerle savaşıp onları yok ettikten sonra, kara devlerin mezar yatağına dönüşen karanlığa basıp ilerlemiş. Alborz Dağları arkasında güneşin hapsedildiği zindana gelmiş. Burası son durak, savaş meydanıymış! Birazdan Ahriman’ın siyah kanı yerlerde akacak ve emdiği bütün canları toprağa geri verecekmiş. Ama Ahriman, gökteki gölgeleri beline takıp meydandan kaçmış. Güneş, Yima’nın omuzlarının arkasından yukarıya yükselmiş. İlk güneş ışını yere ulaşınca, yıllarca karanlıkta yaşayan toprakların içinden de bir mimoza ağacının yaprağı göklere yükselmiş. Soğuk ve karanlık bir kışın ardından, doğa yeniden canlanmaya başlamış. Bahar kokusu sarmış ovaları, serçelerin küçük kalpleri heyecanla atmaya başlamış. Yer yer iki taşın arasından boy gösteren buğday sapları göğe uzanmış. Ve bugüne sonsuza dek, Nevruz adı verilmiş.”

Hikâye bittikten ve adamlar kalkıp gittikten sonra, büyük bir sessizlik sarıyor yine odayı. Gidecek hiçbir yeri olmayan adam dışında, meyhanede kimse kalmıyor artık. Camdan dışarı bakarken, avludaki mimoza ağacının, Mart karları altında kalan gövdesinden yavaş yavaş yukarı çıkan hayatı hissediyor adam o ân. Kırlangıçların çok uzaklardan yaklaşan sesini duyuyor. Aşkı hatırlıyor. Nereden geldiğini bilmediği bir his damarlarında akmaya başlıyor, içinden gülmek bile geliyor. Gülümsüyor. Ne parası ne de gidecek bir yeri olmadığını, meyhaneciye nasıl söyleyeceğini bile düşünmüyor. Gömlek cebinden bir kalem çıkarıyor ve masadaki ödeyemeyeceği adisyon kâğıdının arkasına şu cümleleri yazıyor:

“Hayat güzel; alışkanlık raflarında, mimoza ağacının nefesinde, bir serçenin kalp atışında... Ve elbet her gün doğumunda daha da güzelleşecek.”

 
 
 

Comentarios


Subscribe Form

Thanks for submitting!

  • Facebook
  • Instagram
  • Twitter
  • LinkedIn

©2021 by Dariush Salehi. Proudly created with Wix.com

bottom of page